-Ölümlü sen cidden…
Gökçe bir yandan şaşırmamıştı. Aslında neden takıma girdiğini merak ediyordu ama bu adamın plansız iş yapmayacağını da biliyordu.
-En başından beri amacın bu muydu?
“Böyle güzel şansları kaçıracak bir adam değilim.”
Mok Gyeongwoon son kişiye, hayır cesede doğru yürüdü. Cesed diye tanımlandırdığı şey ilk başta boynunu kırdığı Sohwa’ydı. Elini başına koydu ve Bağlama Ritüeli sayesinde kalan enerjiyi de çekti.
-Foşş!
Enerji vücuduna yayıldı. Etraftan toplamak yerine cesetten aldığı için daha fazla enerji elde etmişti. Ancak…
“Demek ilk ölen kimse onun enerjisini almalıyım.”
Biraz zaman geçtiği için Sohwa’dan gelen enerji dağılmıştı. Tamamen yok olmamış olsa da diğerlerine göre azdı.
“Fena değil ya.”
Malikanede bu kadar enerji elde edememişti. Mühür olmasaydı yüksek ihtimalle dantianını geliştirebilirdi.
“Buraya gelmek iyi oldu ya.”
-İyi mi? Yoksa…
Bu sırada bir kişinin baskını hissettiler.
-Haşırt
Bir kişi kendisini gösterdi. Erkek çocuk öylede duruyordu. Tanıdık gözleri görünce Mok Gyeongwoon gülümsedi.
“Onu öldürmen yeterliydi.”
“İşe yarar diye buraya kadar getirdim.”
Konuşması bittiği anda…
-Küt!
Çocuğun vücudu yere yığıldı ve kötü ruh ortaya çıktı. Mok Gyeongwoon durumdan çok hoşnut kalmıştı.
“Teşekkürler.”
Tek bir şey emretmiş olsa bile ne istediğini hemen anlamıştı. Çok güzel bir astı vardı. Mok Gyeongwoon çocuğa yaklaştı ve enerjisini çekti. Uzun sürmemişti. Mok Gyeongwoon ferahlamış gibi hissediyordu.
“Oh be.”
-Ölümlü, amacın ne?”
“Ne demek istedin?”
-Tepkilerine bakarsak sana bu kadarı yetmeyecek.
Gökçe’nin dediğine karşın gülümsedi. Dağa baktı ve;
“Şafağa kadar açık büfem var işte.”
Yanında en az yedi kişi olduğu sürece gerisi önemsizdi.
***
Kodeks Library
Çeviri-Hakai
***
Dağın orada bir mağara vardı.
-Fızzz!
İblis maskeli adam ve iki savaşçı ellerinde meşale ile girdiler. İçeri girdikleri anda tepkileri değişti. Çünkü içeride garip bir enerji vardı. Normal bir insanın enerjisi değildi. O kadar iğrençti ki hepsinin tüyleri diken diken oldu.
“Boğuluyorum resmen.”
İki savaşçı böyle düşünmüştü. Ancak iblis maskeli adam git gide alışıyordu. Derinlerden bir ses onlara seslendi.
“Sen bu vadinin efendisi misin?”
“Evet.”
“Alev çok parlak.”
İblis maskeli adam, savaşçılara durmasını emretti.
“Ne?”
“Siz ikiniz burada bekleyin.
“Ancak…”
“Bekleyin dedim.”
“Emriniz üstüne!”
İblis maskeli adam tek başına mağaraya girdi. İçeride yin ve yang sembolleri bulunan cübbe giyen bir adam vardı. Beklerklen ellerini birleştirdi ve boynunu eğdi.
“Geldin mi?”
İblis maskeli adam bir soru yöneltti.
“Hazırlıklar tamam mı?”
“Sormaya bile gerek var mı sence?”
“Bu sefer daha tehlikeliler diye bir haber geldi elime.”
Taoist cübbesi giyen adam gülümsedi.
“Evet, düzgünce salmak gerek.”
“Şu demir parmaklıklar arkasındaki şeyler mi?”
“Evet.”
İblis maskeli adam arkasına baktı. Garip bir ses duydu.
-Oink oink!
“Hım.”
Daha çok bir domuz sesi gibiydi. Ama domuz var olamazdı diye düşünüyordu. İblis maskeli adam merakından demir parmaklıklar arkasına bakmaya çalıştı. Ancak önüne geçildi.
“Çok yakınlaşmak mantıklı değil, ne kadar kontrol ediliyor olsa da hala vahşi oldukları gerçek değişmiyor.”
“Vahşi…”
Yani canavarlardan da öteler.
İblis maskeli adam arkaya baktı. Fare gibi gözleri olan bir şey ona bakıyordu.
“Bunun adı ne?”
“Beihu Dağı’nın yakınlarındaki kuzey denizinden geliyor, adı Gal-Jeo.”
Gal-Jeo…
Adı bile korkutucuydu. İblis maskeli adam arkasını tekrar döndü.
“Sinyali duyduğun an onları sal.”
***
Yarış başlayalı yarım saat geçmişti. Bayraklar çok iyi saklandığı için daha kimse onları bulamamıştı derken… Bir kişi bayrak bulmuştu. Kendisi Özel Alem Geçidi’nden gelen çocuktu.
Adı Yeon Woo-ung’tu ve bayrağı bulduğu gibi heyecanla oraya koşmuştu.
“Buldum!”
Bayraklar açık bir renk olsaydı bulması daha kolay olurdu ancak karanlık renkte saklanmış bayrakları bulmak zordu. Tabii her eylemin de bir ödülü vardı.
“Direği de uzunmuş.”
Yakınlaştı ve direği tuttu. Bayrağı daha güvenli bir yere taşıyacaktı. Ancak…
“He?”
Kolayca çekebileceğini düşündüğü bayrak yerinden bile kıpırdamıyordu. Nedendi peki? Kafası karışmıştı.
“Ne?”
Bayrağın altı demirle kaplıydı. O kadar büyüktü ki fiziksel tekniklere çalışmış Yeon Woo-ung bile onu kaldrıamıyordu.
“Fazla ağır gelecek.”
O zaman yerdeki demir yığınından tutmalıydı. Neden böyle olduğunu düşünsede onun için şans olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Diğer çocuklar bu bayrağı kaldıramazdı. Ne de olsa hepsi mühürlüydü.
“Bu sınav kolay olacak.”
Bu bayrakları bulanlar arasında geçecek kişi sayısını azaltmak için diğer bayrakları yok edecek kişiler olduğunu da göz önünde bulundurdu. Ancak ağırlığını da göz önüne alınca kimse böyle bir şeye uğraşmaz diye düşündü.
“Şimdi ise takım bulmak kaldı.”
Şafağa kadar dayanmalıydı.
O sırada… Yeon Woo-ung’un 200 metre uzağında bir kişi daha bayrağı bulmuştu. Kendisi İblis Alevi Salonu’ndan gelen kızdı. Adı Mo Ha-rang’tı.
“Ah…”
Bayrağı bulduğunda gelen mutluluğu çok uzun sürmemişti. Yerin altındaki demir parçasını görmüştü.
“Ağır.”
Kaldıramıyordu. Qi’si mühürlü olduğu için hızlılık üstüne kurulmuş teknikleri ile kaldırması imkansızdı.
“Hareket de ettiremiyorum.”
Zaten iyi bir yere geçse de takıma ihtiyacı vardı. Tek başına bayrağı savunamazdı.
“Keşke kırabilseydim ya.”
[Bayrak tek parça olmalı.”
Ancak böyle bir uyarı var olduğundan bu düşüncesi de imkansızdı. Beklemesi lazımdı. Ancak…
“Ne?..”
Bayrak ile uğraşırken bir parçaya denk geldi. Bayrağın üstünde bir parça vardı. Elinde bir meşale olmadan görmesi imkansızdı ancak… Dokunduğu anda üstünde yazılı olanları biraz anlayabilmişti.
“Yi Won Geom Se Ji Woo Yeok Hyeon?..”
Tekrardan baktı ve emin oldu. Bu bir kılıç sanatının parçasıydı. Ancak normal bir kılıç sanatı değildi.
“Yoksa…”
Tahmini doğruysa…
-Tap
“He?”
Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Başka bir şey yoktu. Herkesin şaşıracağı bu duruma o başka şekilde yaklaşmıştı.
“Tamamlanmamış.”
Ona göre bu gizem tamamlanmamıştı. Kılıç sanatının duruşunu burada verecek halleri yoktu yani. Çoğu dövüş sanatının amacı rakibini öldürmek olsa da kendini korumak da önemli bir noktaydı.
Mo Ha-rang gözlerini kapattı.
-Foş foş!
Zihninde kılıç sanatını canlandırdı. İleri düzey demek için biraz eksikleri vardı ancak fena değildi. Dört büyük açığını bulmuştu. Bu kılıç tekniği o dört açığı kapatamıyordu.
“Tamamlanmamış bir sanat…”
Garipti. Görmezden gelmek istese de gelemiyordu. Yani böyle bir yere saklanmış şeyleri kimse gözardı edemezdi. Ancak tamamlanmış bir sanat değildi. Yine de içini kemiren bir şey vardı. Sonra aklına bir fikir geldi.
“Yoksa?”
Öyle olmasa bile denemesi derekiyordu.
Bulduğu bayrağı orada bıraktı. Yine de bir süre baktı ve yönergenin yazdığı parçası kopardı.
-Çat!
“Zaten kullanmayacağım yani.”
Diğerlerinin de kullanmasına gerek yok. Kırılan parçayı gömdü ve koşmaya başladı. İki saat böylece geçti. Artık bayrak bulan ve takım kurmuş insanlar vardı. Hatta iki takımın aynı bayrağı bulduğu olaylar da oldu. Tabii ki hepsi delicesine savaştı. Qi’leri mühürlü olduğu için yumruk yumruğa bir savaş döbmüştü.
“Hufff…”
Kazanan takım nefes nefese kalmıştı. İç enerjisiz olmanın zorluğunu anlamışlardı.
“Ah…”
8 kişiden sadece 5 kişi kalmıştı. Kimsenin ölmemesini isteseler de bunun imkansız olduğunu biliyorlardı. Neyse ki bayraklarını korumuşlardı, tek yapmaları gereken 3 kişi daha bulmaktı.
“Ne yapacağız?”
“Burayı korurken beklemeliyiz, değil mi?”
“Evet, uzaklaşırsak bayrağımızı kaparlar.”
Ancak tek bir çocuk onlara katılmıyordu.
“Burada beklersek başka bir takım bizi yok edebilir.”
“Ah…”
Dedikleri mantıklıydı. İkilemde kalmışlardı. Ancak bayrağı da bırakmak istemiyorlardı. Bunu düşünürken…
“Bayrağı buldun mu?”
-Ah!
Herkes sesin geldiği yöne bakmıştı. Orada tek bir kişiyi görünce hepsi rahatlamıştı.
“Oh be.”
Başka bir takım gelseydi işleri zordu. Ancak gelen kişiyi görünce hepsinin yüzü değişti. GElen kişi Mok Gyeongwoon’du. Herkesin çekindiği o adam gelmişti.
“Dur lan, kimsin sen?”
Mok Gyeongwoon’u durdurdular.
“Kim mi dedin?”
“Sen bir kadınla takım olmadın mı?”
Demek Sohwa ile takım oluşlarını görmüşlerdi.
“Hepsi öldürüldü.”
“Öldürüldü mü?”
“Evet.”
Mok Gyeongwoon etrafa baktı ve yerdeki cesetleri gördü.
“Biz de bir takımla karşılaştık ve zor şekilde paçayı yırttım.”
“Tek mi kaçtın?”
“Evet, bu yorgun vücutla pek bir şey yapamazdım.”
Hepsi şüpheyle ona baktı. Tam şüphe de diyemeyiz. Hepsi aynı şeyi yapardı çünkü. Sonrasında ise ona nazikçe devam etti.
“İkimiz de takımlarımızı kaybettiği için ben size katılsam olur mu?”
“…”
Tereddüt ediyorlardı. Hepsi ondan korkuyordu. Bundan dolayı aralarında tartıştılar.
“Ne yapalım?”
“Herif çok garip ya, bıraksak mı?”
“Peki ya bayrak ne olacak?”
Şafağa 2 saat falan kalmıştı. Başka bir kişi saldırırsa işleri biterdi. 5 kişi ile başka bir bayrak da bulmak zor olurdu.
“Hadi kabul edelim.”
“Cidden mi?”
“Evet, zaten takım olmamız gerektiğini o da biliyor.”
“Aynen, sekiz kişi olmazsak geçemeyiz.”
Ne kadar deli olsa da bunları düşünürdü. Bu sınavda birlik olmaları lazımdı. Ne kadar sıkıntılı olursa olsun onlara zarar vermezdi. Hepsi ikna olmuştu ve cevap verdiler.
“Tamamdır, ama bir kişi bile ihanet ederse onu öldürürüz. Anlaştık mı?”
Mok Gyeongwoon onayladı. Kahkaha atmamak için dudağını ısırıyordu.
“Çok iyi ya.”
Resmen akşam yemeği masası hazırlanıyordu.
Çevirmen Notu:
Beihao Dağı, Shishui sularının dağın yükseklerinden kuzeydoğu yönünde aktığı Kuzey Denizi’nin yakınında bulunuyordu. Olağandışı ağaçlar, kutsal kuşlar ve tuhaf hayvanlarla hem bitki örtüsü hem de hayvanlar açısından zengindi. Gal-jeo da onlardan biriydi. Neredeyse her bakımdan bir kurda benziyordu. Yüzünde bulunan kırmızı kürk, ata benzeyen kuyruğu ve fareye benzeyen gözleriyle daha yaygın yabani köpeklerden farklıydı. Domuz gibi homurdandı. Aynı zamanda kendileri insan yiyen olarak da biliniyordu.
____________________________________________________
Serilerden anında haberdar olmak için discord sunucumuza girebilirsiniz!
_____________________________________________________